Anna Lind Vakfı(ALF) ve Avrupa Akdeniz Enstitüsü (EIMed) tarafından beşincisi düzenlenen Avrupa-Akdeniz bölgesinde bulunan 42 ülkeden 18-30 yaş arası gençlerin başvurabildiği “Sea of the Words (Kelimeler Denizi)” kısa hikaye yarışmasında bu sene bir ilk olarak Türkiye’den Ömer Çiftçi “Çiçekler kurumuş mudur? (Would the flowers have really gone dry?) hikayesiyle ilk 14’e kalarak yarışmanın kazananları arasında yer aldı.
Kazananlara 5 Kasım 2012 tarihinde Barselona’da Katalan Kültür Merkezinde yapılan törenle ödülleri takdim edildi. Kazananlar arasından Türkiye’den de bir kazananın olması sebebi ile Türkiye Barselona Baş Konsolosu Haldun Koç da hazırunda yerini alarak, törene iştirak etti. Kazananlar 6-7 Kasım tarihlerinde de kültürel program kapsamında “ Yazarlık ve yaratıcı yazarlık” temalı toplantılara katıldılar. Bu toplantılara IEMed’in davetlisi olarak bölgede tanınmış bazı entelektüeller de katıldı. 7 Kasım’da ise Katalan bölgesinin en güzel şehirlerinden biri olan tarihi Girona kentine kültürel bir gezi yapıldı ve Girona Üniversitesi ziyaret edildi.
Hikaye yarışmasının bu seneki ana teması Avrupa 2012 Nesiller Arası Dayanışma yılı çerçevesinde “Nesiller arası diyalog” idi. ALF ve IEMed düzenledikleri bu hikaye yarışması ile Avrupa-Akdeniz bölgesindeki ülkeler arası diyalogu geliştirmeyi ve farklı kültürler arasında bilgi ve tecrübe paylaşımını artırmayı hedeflemektedir.
Türkiye’den katılarak yarışmayı kazanan Ömer Çiftçi’nin profili:
1990 Bursa doğumlu, Yalova Üniversitesi Enerji Sistemleri Müh. 3. sınıf öğrencisidir. Yaklaşık 5 senedir çıkmakta alan edebiyat ve politika e-dergi http://www.fikiradasi.net/’ de yazılar yazmaktadır. Edebiyatla olan ilgisi dışında sürdürülebilir kalkınma ve iklim değişikliği konularında ulusal ve uluslararası alanda etkin olan bir gençlik çalışanıdır.
Ömer Çiftçi'nin hiyakesi:
ÇiÇEKLER KURUMUŞ MUDUR?
Elleri ve dizleri titriyor, koltuk ve sandalye kenarlarına tutunarak yürüyebiliyordu. Camın kenarındaki masaya doğru yöneldi, masanın kenarına ellerini dayadı, özenle masa örtüsünü düzeltti, derin bir nefes aldı ve yavaşça masanın yanındaki sandalyeye oturdu. Camdan dışarı doğru yüzünü çevirdi, iki eli dizlerinin üstünde bir müddet öyle bekledi, parmakları istemsizce küçük hareketlerde bulunuyordu, sonra başını öne eğdi, ellerine baktı ve varlığında kelimelerin hükmü olmadığı, tüm farklılıkların, eksiklerin üstünü örten, onları gizleyen Ahmet’in de içine sığınmaya çalıştığım sessizliği bozdu: “Rimah ne zaman gelecek oğlum” diye sordu.
Ahmet, gözleri halının üzerindeki motiflere dikilmiş bir şekilde “ Gelecek Anne şimdi uçaktadır, bir saate kalmaz iner uçağı ” dedi. Ahmet gözlerini halıdaki desenlerde gezdirmeye devam ediyordu. Annesi, titreyen elleri masanın üstünde, “ Çok özledim yavrum, gelsin de göreyim onu”
Öğlen güneşinin sıcaklığı etkisini kaybetmiş, odanın içerisi soğumaya başlamıştı. Ahmet, Annesinin soğuk alacağını düşünerek onu yavaşça cam kenarındaki masadan kaldırarak odanın ortasındaki kanepeye oturttu. Annesi koltuğa oturduktan sonra, bir süre nefesinin yerine gelmesini bekledi sonra “Oğlum o zaman Rimah’la birlikte yarın dedenin mezarını da ziyaret edelim olur mu? Yazık, mezarındaki çiçekler dahi kurumaya başlamıştır” dedi.
Ahmet “ Tamam olur, annem “ dedi ve mutfağa doğru yöneldi. Artık annesi ne diyorsa tamam olur diyordu; çünkü hafızası kuvvetini kaybetmişti muhtemelen bu gün söylediğini yarın hatırlamıyor olabilirdi. Ne anasının ne kendisinin günlerdir iştahı yoktu. Mutfak ruhsuzdu. Çünkü ruhunu, yani kadınını kaybetmişti. Ahmet yemeği hazırlamaya koyuldu ama bu sıra dedesini ve mezarındaki çiçekleri düşünüyordu “ Gerçekten kurumuşlar mıdır? O günü hala hatırlarım, sana dedemin Libya’daki inşaattaki ölüm haberini verdiğimde hiç ağlamadan odana gittin bir deste parayla geri dönüp, dedemin mezarını kendi toprağına, doğup büyüdüğü toprağa getirmemi soğukkanlılıkla bana tembihledin. Sonra odana girdin ve uzun bir süre çıkmadın. Dedemi ben hiç görmedim, sadece senden ne kadar dost canlısı bir insan olduğunu duyardım. Hep söylerdin bir gün ölürse en sevdiği dostunun, onun gibi duvar ustası olan meslektaşı aynı zamanda can dostu olan arkadaşının yanına gömülmek istediğini. O kadar sever miydi dostlarını? Sen söylemiştin dostları için her şeyi göze alabilecek bir adammış. Ananem çok kızarmış onun bu kadirşinaslığına, yumuşak başlı haline, öyle derdin. Ne kadar acı öyle bir adamın ülkesinde kaçıp başka bir ülkede çalışmak zorunda olması. Nasıl bir zamandır ki, öyle dost canlısı bir adamı ölümle tehdit edip ülkeden kaçmasını sebep olabilmişler. Suçu şehrin göbeğinde bombalı intihar eylemi hazırlığında olan komşulardan birini polise ihbar etmiş olmasıydı. Polis son anda bu intihar eylemini önlemiş ama dedemin kimliğini gizli tutmayı becerememişti. Sonra da terör örgütü peşine düşmüştü. Gerisi malum… ”
Yemeği ocağa koydu. Mutfağın kapasını doğru hafifçe başını uzatarak göz ucuyla annesine baktı, koltukta oturmuş televizyon seyrediyordu. Saatine baktı Rimah’ın uçağının inmesine az bir vakit vardı. Günlerdir annesi ile birlikteydi. Yanından hiç ayrılmıyordu. Doktorlar, annesi bilincini kaybetmeye başladığı günden sonra mutlaka birilerinin yanında olması gerektiğini söylemişlerdi. Ahmet o andan beri annesinin yanından hiç ayrılmadı. Annesini bilincini yitirmeye başlamasını görmek; Annesinin kendisi için yaptığı tüm fedakârlıklardan sonra onu böyle aciz ve güçsüz görmek… Bir çağın kapandığını, bir devrin sona erdiğini hatırlatıyordu ona. Bir haftada gözleri çukurlaşmış ve yüzü zayıflamıştı. Rimah’ın yanında olmasını istemiş, ondan Mısır’da su kaynakları üzerine yaptığı araştırmayı yarım bırakıp Türkiye’ye gelmesini istemişti. Rimah durumu öğrenir öğrenmez işlerini düzene koyup ilk uçakla geleceğini söylemişti. Şimdi geliyordu, Ahmet onun sıcaklığına, Kuzey Afrika güneşinin kavurduğu o esmer tenine sığınarak kendisini avutmak, acısını hafifletmek istiyordu.
Ahmet mutfakta sofrayı hazırladı, yemeğin altını kapattı Artık her şey hazırdı. Ama kendisi biraz yorulmuştu. Masaya oturdu boş sandalyelere baktı; uzun bir aradan sonra sofraya üç tane sandalye koymuştu. Sofra ona Rimahı annesiyle tanıştırdığı ilk günü hatırlatmıştı. ” … karşımda oturuyordu, utanıyordu, konuşmak istiyordu ama annem ne İngilizce ne de Arapça biliyordu. Rimah, sen konuşamıyordun ama annem seninle konuşuyordu. O hiç yabancılık çekmiyordu. ‘Al kızım Al bundan ye ‘ deyip duruyordu, sana iltifatlarda bulunuyor yüzüne gülümsüyordu. Aramızda İngilizce ve Arapça konuştuğumuz zaman dahi anlıyor gibiydi. Annemin gözlerini içi gülüyordu, yanakları al aldı. Onu hiç böyle görmemiştim, sen ve ben ikimiz de hayran kalmıştık, aynı zamanda tercüme ediyordum fakat bana ihtiyacı yok gibiydi. Seni çok seviyordu”
Rimah inmek üzereydi. Yüzüne hafiften bir su çarptı, oturma odasına gitti annesine sımsıkı sarıldı. Uzun süre öyle bekledi. Öptü, kokladı. Sonra üstünü giydirdi. Yola çıkmaya hazırdılar. Rimah’ı havalimanından alıp birlikte eve geri dönecektiler. Havalimanı çok uzak değildi. Ahmet annesinin koltuğa yerleşmesine yardımcı oldu. Kadıncağızın yüzü gülüyordu ‘ Nereye gidiyoruz olum amcanı görmeye mi?” Rimah’ı havalimanından almaya gideceklerini çoktan unutuvermişti. Ahmet bir şey demedi. Arabayı çalıştırdı.
Havalimanına geldiğinde öğrendi ki Rimah’ın uçağı her zaman olduğu gibi gecikmeli geliyordu. Bir saat beklemeleri gerkiyordu. Ahmet arabaya döndü ve arabada annesiyle birlikte beklemeye başladı. Kadıncağız hiçbir şey merak etmiyordu, sadece camdan dışarı bakıyordu.
Ahmet’in gözü arabadaki küçük süs çiçeğine dalmıştı, dedesinin mezarını düşünüyordu.” Belediyeden iki çalışan vardı. Hiç konuşmuyorlardı. Tabutu omuzladıkları an, annem beni de sertçe dürtükleyip tabutu omuzlamamı istemişti. O an için gördüğüm manzara karşında şok olmuştum. Onlarca dilenci kadın köşe başlarında oturmuş, çocuklar ellerinde su bidonları mezarlığa ziyarete gelenlerin peşinden koşup onların yakınlarının mezarına su dökerek rızalarını kazanıp para kazanmaya çalışıyorlar, toz toprak içinde su taşımaktan elbiseleri çamur içindeydi. Önümden geçen bir adam üstünde para yok diye, elindeki poşetten salatalık çıkartıp bir çocuğa verdiğinde diğer tüm çocuklar başına üşüşmüştü. Küçük bir salata için. Kendimden çok utanmıştım. Sonra mezarlığın içine doğru girdik. Ne korkunç bir kalabalık vardı. Koskoca bir mezarlık, mezarlar dip dibe adım atacak yer yok ve biz dedem için ayrılmış toprak parçasını arıyorduk. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmış bir adamın kendi vatanında onun bedeni için ayrılmış toprak parçasını arıyorduk. Hiçbir mezar taşı birbirine benzemiyor, kimisin tarihi yüz yıla dayanıyor, kimisinin birkaç yıla. Doğunun mahşeri andıran o mezarlığında nerdeyse bölgenin tarihi yatıyordu. Bizimle birlikte gelen görevliye üzerinde isim yazmayan mezar taşlarını sormuştum. Kuzey Irak’tan gelen mültecilerin mezar taşlarıymış. Irak- İran savaşından sonra Kürtlerden intikam almak isteyen Saddam insafsızca ve insanlık onurunu hiçe sayarak kimyasal silahlarla Kuzey Iraktaki Kürtlere karşı saldırıya geçtiği zaman bazıları sınırı geçip Türkiye’ye sığınmıştı. Üzerinde isim olmayan sadece boş mermerler, tarih dahi yok… Bölgede yaşanan acıların küçük bir resmiydi onların isimsiz ve tarihsiz mezar taşları. Mülteciler… Onlar savaşta mağdur olanların en başından geliyordu. Mülteci olmanın acısını, evini, yurdunu, akrabalarını geride bırakıp gitmenin hüznü ve kendi memleketine duyulan bitmez tükenmez özlemin ne demek olduğunu ben anlayamazdım ama tanık olmak bile acı veriyordu. Tüm o isimsiz mezar taşlarından sonra dedemin mezarının burada ve üstünde isim yazılı olmasından dolayı Allah’a şükretmiştim. Ben bunları düşünürken annem hiç konuşmuyordu, gözlerinden akan gözyaşlarını silmeye dahi gücü yok gibiydi. Başı öne eğik, siyah başörtüsü ile nerdeyse yüzünün yarısını kapamış bir şekilde yürüyordu. Çok acı çekiyordu, belliydi. Onun gözyaşlarını görünce benim de gözyaşlarımın birden akı veriyordu yanaklarıma. Zor da olsa dedemin için hazırlanmış o toprak parçasını bulmuştuk. Görevliler tabutun içinden beyaz kefene sarılmış o masum vücudu çıkartıp yavaşça önceden kazılmış olan çukura koydular. Anneme bakmıştım o sıra, dudakları titriyordu. Gözyaşları yanaklarını nerdeyse tüm yüzünü ıslatmıştı. Yanına gidip ona sarılmıştım. Sadece dudakları değil, vücudu da sarsılıyordu, yüreği de dudakları gibi titriyordu. “
Ahmet Rimah’ın gelmiş olacağını düşünerek, annesine hemen geleceğini söyleyip arabadan indi. Annesinin emniyet kemeri bağlı ve arabanın kapıları kapılaydı. Korkulacak bir şey yoktu, beş dakikaya Rimah’ı da alıp arabaya geri dönecekti. Havalimanın çıkış kapısına geldi. Yıllardır beklediği gibi dış hatların kapsında Rımah’ı bekliyordu. Ama şimdi her zamankinden daha sabırsızdı. İçinde bulunduğu durumda, onun üzüntüsünü paylaşabilecek Rimah’dan başka kimsesi yoktu. Fakat Rımah geciktikçe annesini arabada bıraktığı için endişelenmeye başlıyordu. Bir süre sonra arabaya geri dönüp Rimah’dan gelecek telefonu beklemeli miyim diye düşündü. Ama gelmek üzere olmalıydı. Daha dikkatli bir şekilde kapıdan içerilere doğru bakıyordu, birazdan gözükmeliydi. Endişesi artmaya başlamıştı, arabada annesini yalnız bırakıp buraya gelmekle hata yaptığını düşünüyordu ki Rimah kapıda gözüktü. Ahmet’i görünce masum bir şekilde güldü, ama gülüşü yine de bir hüzün taşıyordu. Hızlı adımlar atarak Ahmet’in yanına geldi. Ahmet özlem gidermeyi sonraya bıraktı hemen kısa bir kucaklaşmanın ardından Rimah’ın valizini aldığı gibi kapıya doğru ilerlemeye başladı. Rimah neden acele ettiğini sordu. Ahmet kısaca annesinin arabada onları beklediğini ve bilincinin tam olarak yerinde olmayabileceğini bu yüzden endişelendiğini açıkladı. Rimah da endişelenmişti. Neyse ki araba çok yakına park edilmişti. Ahmet, arabayı ve ön koltukta oturmuş camdan dışarı doğru bakan annesini görünce rahatlamıştı. Hemen valizi bagaja koydu, bu arada Rimah ön kapıya doğru ilerliyordu. Ahmet bagaj kapağını kapattı ve bir birlerine sarılmakta olan annesi ile Rimah’ın yanına gidiyordu ki annesi birden Ahmet’e dönüp “ Bu kız kim yavrum ?” dedi.